8 Aralık 2015 Salı

BİR SOKAĞIN HİKÂYESİ (BALTACI MAHMUT YOLU)


     Kasaba özlemi… Bizim yaşta olanların çocukluk anısıdır Kasaba. Belki de basit bir çocukluk hastalığının ateşidir. Kim bilir belki de bu kentin bize sunulan masalımsı eski gizemli sokaklarıdır.
Bir zamanlar Kasaba’nın en renkli, en masalımsı ve de en cazibeli sakağı hangisiymiş derseniz? Derim ki “Baltacı Mahmut Yoluymuş”. Bu yol, bugünkü belediye binasının doğu yönünden aşağılara doğru uzanan sokaktır. Bakmayın siz onun bu günlerde mahzun ve hüzünlü duruşuna. Onun bu hali belki de eski anılarıyla baş başa kalışındandır.
     Bu sokağa bu isim, 1650’li yıllarda Turgutlu’nun sokaklarını su künkleriyle tanıştıran, yollarını çeşmelerle donatan Baltacı Mahmut Ağa’ya hürmeten verilir. 


                1930’lu yıllarda bu sokak öylesine şenlenir, öylesine hareketlenir ki şehrin odak noktası haline gelir. Kasabalılar ilk sesli sinema ile 1935 yılının Temmuz ayında bu sokak da tanışırlar. Bu sinema,  adını “Mafel” olarak bildiğimiz yerde eski Halkevi tarafından açılır. Açılan bu açık hava sineması, “Baltacı Mahmut Yolu” üzerinde bugünkü belediye ekmek fırınının karşısında bulunan geniş bahçede kurulur. Sinemanın o tarihlerde Kasaba’ya gelişi önemli olmalı ki bu olayı Anadolu Gazetesi sayfalarına taşır: “Turgutlu’ya ilk sesli sinema dün geldi. Geniş bahçesinde bugün ilk sesli sinemayı çalıştıracak olan Gençlik Yurdu, bu girişimiyle Kasaba’nın bir ihtiyacını karşıladığı gibi kendisine de bir kazanç sağlayacaktır”  
          Sokağın hikâyesi bundan sonra başlar. Sinemanın gelişi ile Baltacı Mahmut yolu birden şenlenir. Tellalların ilk bağırtıları bu yolda duyulur olur. Artık akşam sohbetleri Kozapazarı’ndan bu sokak da açılan bahçeye taşınmıştır. Elektrik trafosunun bu sokakta açılışı ile sokak da aydınlanır. 1937 yılında bu geniş bahçeye bir de radyo konulunca sokağın hareketliliği daha da artar. Bayram salıncakları bu yol üzeride kurulur olur (şimdi ki belediye binasının olduğu yerde). Cambazlar, bilumum göstericiler hünerlerini bu sakakta icra etmeğe başlarlar. Sebze halinin bu sokakta açılmasıyla yol adeta şehrin odak noktası haline gelir. 


     Artık şehrin ileri gelenleri, Kasaba’nın politikacıları iş çıkışlarında bu sokağa yönelirler. Memleket haberleri, Kasaba’nın konuları bu sokakta ya da bu sokağın gizemli bahçesinde görüşülür olur. Açık hava sineması şehirde oldukça rağbet görmüş olmalı ki daha sonraki yıllarda Bahri ve Sabri Gördüren kardeşler Kasaba’da yazlık sinemanın kışlığını açarlar. 




    Kasaba tarihinin yakın dönemine damgasına vuran ya da bu kentin keskin kokusunun sindiği o geniş bahçe ne yazık ki birileri tarafından yıkılıp yerine pasaj yapılır. Ve o sokak bu günlerde hüzünlü anılarıyla baş başa kalır.
     




6 Aralık 2015 Pazar

NALLARIN PARKE TAŞLARINDAKİ RİTMİK ŞARKISI (PAYTONLAR)

    Eski bir yazımızda “Kasaba’nın ortasında küçük bir meydan, onun orta yerinde ufak bir havuz, havuzun tepesinde “Fayton Pazarı” diye bir yazı yayınlamıştık. Eski paytonlara binenler, kırbaç yiyenler ve de gelin olup o deri koltuklara kurulanlar anılarına tazelediler, eski anılarını dile getirdiler.
    Yine bir akşamüstü Hayri, Bökü, İsmet Akbulut Payton Pazarındaki bu minyatür paytonu görünce “Hadi gidelim, paytonları birde eski paytonculardan dinleyelim” dediler.
    Aman Allah’ım eski paytoncuların anıları, avcılarınkinden daha dehşet daha bin beter.  Tanrı Zeus’un kanatlı arabasından başlayıp, sözü taa Kasaba’nın o meşhur eski atlarına getirdiler. Onlar anlattı biz dinledik:

    
    “Tmolos Dağı Tanrıların dağı olarak bilinir.. Güneş Tanrısı Zeus’un oğlu bir gün babasına ziyarete gider. Babası sorar? “Neden eldin?”  Oğlu, “azgın atların çektiği senin paytonunu binmek istiyorum” der. Bir ölümlüyü bu arabayı vermek demek ölümü davet etmek demektir. Oğul ısrar eder. Israr üzerine babası güneşin atlı arabasını oğluna verir. Oğlanın arabası şimşek gibi fırlar. Seyredenlerin bile ödleri kopar. Atlar olanca hızıyla yeryüzüne inmektedir. Her yer ateşe bürünmüş, ırmaklar buhar olmaktadır. Zeus, yıldırımı eline alıp atlara doğru fırlatır. Eski faytonculara göre, söylence bu ya, Zeus’un oğlu ve paytonu Gediz Nehri’nin kumlarına düşerler.”
    Kasaba’nın o meşhur paytoncuları ve onların atları Tanrı Zeus’un arabası ve atları kadar meşhur olmasalar da kendi dönemlerine göre oldukça namlıdılar. Onların her birinin ayrı ayrı namı ve lakabı vardır. Kimisi  “Mareşal” diye anılır. Ötekisi ise “Topal Süleyman” diye bilinir. Bir diğeri ise  “Burunsuz Mustafa” diye çağrılır.

     
    Pepe İbrahim’in, Hasan Paşalının, Şafak Âli’nin ve de Çakır’ın atlarının Kasaba’nın döşeli taşlara nal vuruşları üç sokak öteden duyulurdu. Bir de atların yelelerindeki çıngıraklar gizemli ses çıkarırsa meraklı bakışlar sarkardı efsunlu kaldırımlardan. Hey gidi küheylanlar hey. Ya da Kasaba deyimiyle “de gidinin paytonları de”.
Siyah deri körüklü tentesi, önü küçük arkası büyük dört tekeri ve zarif basamağı gözümün önünden gitmeyen imgelerdi. Hele lastik pompalı kornasını yanından geçerken sıkması, yüreğimizi ağzımıza getirirdi.
        Onlar, Payton Pazarı denilen küçük meydanın veya durağın sağında sıra olurlar,  Kasaba’nın her yerine yolcu beklerlerdi. Faytoncular Kasaba’ya gelip giden trenlerin saatini iyi bilirler siper olurlardı istasyonun önündeki küçük alanda. İstasyonun peronunda garın önüne kadar yolcunun valizini taşırlar sonra tik, tak, taka, tak, yola koyulurlardı. Albayrak Kemal, Deli Necip, Kör Ali ve Faytoncu Salih’in ve nicelerinin yılgın atları öyle fiyakalı süzülürlerdi ki onların arkasından habire koşup kırbaç şaklamasını duymak çocukluk ruhumuzda derin heyecanlar bırakırdı… 


     Kasaba’nın Faytonları… O günlerin ve paytonların manevi lezzeti, at nallarının parke taşlı yollardaki ritmik şarkısı, onları tıkırtısı ruhuma öylesine işlemiş ki, kimi zaman duyduğum eski bir müzik, bir nal tıkırtısı, beni alıp taa gerilere, çocukluk anılarıma götürür. Bir zamanlar Kasaba sokaklarında ve hatta ovalarında fayton sefası yaşanırdı.  Paytonlar, bizim çocukluğumuzun görkemli, sihirli araçlarıydılar. 

1 Aralık 2015 Salı

KASABA’NIN SEVDALARI VE TÜRKÜLERİ

      Kasabalıların sevdaları da, türküleri de az sulu rakı gibidir.  İçtikçe vurur, vurdukça hüzünlendirir. Bu şehrin sevdaları da, türküleri de sokaklarına ve de caddelerine benzer. Caddeleri aşklara uzanır, sokaklarında türküler söylenir.
    Turgutlu Türküleri ve sen Kasaba; senin sokaklarında gezmekte zordur, senden ayrı kalmakta. Senden nefret etmek çok kolay. Seni sevmekse Cehennemden bin beter. Sen ki en çok sevenini aldatırsın, en çok sevenini üzersin hiç acımadan. Senin her sokağın yalnızlığa uzanır. Senin türkülerin bile dert yüklüdür, bir dinleyene bin ah çektirir.
     Kasaba’nın türküleri var ya türküleri, hani o “Avşarla / Derbent Arası” türküsü,  insanın yüreğini yakan, insanı alıp eski aşklarına götüren, dinleyene bir damla gözyaşında boğduran türkü. Hiç dinlediniz mi bu Kasaba türküsünü?



     Ya da “Yandım Ayşem’i” ? Unutulan sevgilileri hatırlatan türküyü dinlediniz mi?  Bırakıp gidenler adına derlenmiş bu sevda yüklü türküyü dinlediniz mi?
    Aslında Kasaba’nın türküleri de evleri de acı doludur, bu şehrin gençlerinin nice gözyaşları taşar bir sevda uğruna pencerelerinden. Niceleri gerçeklerini saklar da geceleri gözyaşlarına boğulup kendi acısına ağlar. 

     
    Hele de, bir düğün alayının “Gelin Bindi” havası ortalığı inletirse, hüzünlenir Kasaba’ın bütün sokakları ve o gün her bir köşede bir sevda hikâyesi anlatılır. Ama bu şehrin insanları, kendi türküsünü söyler de bilmez bu türkünün Kasaba’nın ezgisi olduğunu. Bu şehrin insanları, dost sohbetlerinde kahvenin en tellisini, çayın daha bir demlisini içer, kalkıp arkasından “Hovarda Zeybeği’ni oynar, “Onyedi Benli’yi”, “Yörük Ali’yi” oynar da, bilmez bu havaların kasaba’nın havası olduğunu.
      Nedendir bilinmez, bu şehrin düğünlerinde önce hüzünlü şarkılar okunur. Ardından ortalık cümbüşe döner, sonra birileri çıkar “Koca Arap Zeybeği’ni oynar,”  “İki Parmak Zeybeği’ni”, “Çaktım Çaktım’mı” oynar. Oynar da, bilmez o yere diz vurmaların, dönüp dönüp el vurmalarının kaynağı bu şehrin zeybeği olduğunu.
     Bir gün bir düğünde, ortaya birisi çıkıp, beş parmağını havaya kaldırıp, öbür avucuyla bir daire çizerek hüzünlü bir havanın eşliğinde bir zeybek oynarsa,    arada bir de topuklarını yere sertçe vurursa, sakın bu zeybek havasını da bilmiyoruz demeyin. Bu hava, Turgutlu yöresinin “Atatürk Zeybeği’”dir. 

        Bu şehrin, bu hüzünlü Kasaba insanlarının hayatları vardır anlatamadıkları, bir de tek başına kalınca yaşadıkları… Geceleri ikiye bölüp acıklı şarkılar, türküler söyledikleri vardır. Ve bu kentin insanları kendi hikâyesini en acıklı sanır. Oysa türkülerin en acıklısı, hikâyesi en hüzünlüsü “Alimin Evleri” türküsüdür. Bu Kasaba türküsünde yaşanır ayrılıkların en divanesi, en şahanesi.

Alimin evleri tepe başında,
eniştemin evi yanı başında.
Oy alim, alim haydarım alim,
dönenin oğlu da güllünün yâri
paydos'un soyu aslanım alim.
(paydos'un soyu civanım alim)

Alinin evleri yaylaya göçtü,
yayla dönüşte de yol ayrı düştü.
Oy alim alim haydarım alim,
dönenin oğlu da güllünün yari,
paydos'un soyu aslanım alim.

 Halil Çokyürekli ve İbrahim Acet’in yüreklerine sağlık.







25 Kasım 2015 Çarşamba

SİHİRLİ KULESİYLE TANIDIĞIMIZ İBRO


    Bugün konumuz o meşhur kulesiyle ünlü İbro. Başka bir değişle bitmez tükenmez öyküleriyle Kasabalıların eski kabadayısı ünlü İbro.
 Hep yaz dediler. İbro’yu yaz, İbro’nun kulesini yaz dediler. İbro’dan söz açılır açılmaz da sözü o gizemli kuleye getirip inanılmaz öyküler anlattılar.  


      Hayri Bökü, “kalk İbro’nun evine gidiyoruz, onun dillere destan hikâyesini İbro’nun kardeşi Ali’nin hanımı 92’lik Hamiyet nineden dinleyelim” dedi. Hamiyet Nine bizi kapıda karşıladı. “Bu dedi, bu ev, İbrahim efendinin yaşadığı ve de ölünce avlusunda yıkandığı ev. Bunlar dolapları, bunlar kap / kaçakları, bu içinde su ısıtıp yıkandığı küçük kazan. Bu meşhur silindir şapkası. Şu incir ağacı ise bazen gölgesinde bir memleket türküsü tutturup ağladığı ağaç”



    Eski bir Kasaba evi. Bahçesi renk renk çiçeklerle dolu. Büyükçe bir salon, yanında koca bir oda. Odanın içi, İbro’nun anılarının yaşatıldığı kazanlar, kepçeler, kaşıklar, dolaplar ve de eşyalarla dolu.



                        İbro dedik? Kabadayılık dedik? İbro’nun yıkılan kulesi dedik?
  Hamiyet Teyze, önce gülümsedi. Sonra gözlerini bir noktaya dikip derinleşiverdi.
    “İbro’nun asıl adı İbrahim’di” dedi. Sonra ekledi. “ Ailesi, 93 Harbi’nde Turgutlu’ya gelmiş. Gelişleri öyle tek aile değil. Cümbür cemaat. Hısım, akraba, bir sülale gelmişler.. Babası, memleketlerinde eski bir voyvoda imiş. Onların damarlarında meydan okumak, baş kaldırmak hep olmuş. İbro’da bu terbiye ile yetişmiş. Hırçınlığını ailesinden almış. Onun kavgaları, başkaldırmaları onu sindirmek istemelerinden olmuş. Kolay mı? Oğlu Talat’ı ve beyim olan kardeşi Ali’yi vurmuşlar.
 Kule. O meşhur dillere destan, sihirli kule !!! Hani altında dehlizlerin uzandığı ürpertici kule? Ben o dehlizleri hiç görmedim. Yapılınca da görmedim. Son yıllarında kekre kokan odaları ve de çürümeye yüz tutmuş pencereleri döneminde de gittim. Ama görmedim. Fakat o hikâyeler hep anlatıldı. Derseniz ki acıtan yanları. Hangimiz ip gibi doğruyuz ki?  
     O, eksileriyle artılarıyla bu dünyadan göçüp gitti. Baş kaldırmaları ve de hırçınlıklarıyla gitti. Her hafta, gece yarısı, sessizce kapı halkalarına iliştirdiği erzaklarla, kimsesizlerin kimsesizlerine everip çaldırdığı davullarla gitti. Geride yalnızca anlatılan darbı - meseller kaldı”
   Kasaba’nın sihirli sokakları ve onların hikâyeleri bitip tükenmez.  


    İbro, 1975 yılının son bahar ayında bu dünyadan göç edip gider. Onca anılar, öfkeler, mahzunluklarla beraber gider. Avluda büyük bir kazan kurulur. Isıtılan su ile Hafız Bezmi İbro’yu yıkar. Ardından dualar okunur. Cenazesi, kollar üstünde Pazar Camisine getirilir.  Meraklısı, aa diyeni, vay be diyeni ile camiye koşar. Sokaklar ve cami avlusu insan seli ile dolar. Kasaba’nın ünlü Kabadayısı ölmüştür. O ünlü kuleye gelince. Bir süre boş kalır. Sonra Kel Ağa’nın İbrahim, bu sihirli binayı satın alıp bir süre sonra bütün anıları ile beraber yıkıp atar. Artık çocukların korkulu rüyası o kule yıkılmıştır.


Kasaba’nın sihirli sokakları ve onların hikâyeleri bitip tükenmez.
 

24 Kasım 2015 Salı

İBRO’NUN TÜRKÜSÜ


  Ah bu türkülerin gözü kör olsun.
Kasabalı birisi alıp sazı eline yanık sesiyle “Eviç” makamında bir Kasaba türküsü tutturursa, sonra davula eline alıp başka makamlardan başka Kasaba türkülerini söylerse, yanarsa yüreğiniz, buna ne denir? 
Ah bu Kasaba türkülerinin gözü kör olsun denir.

    Kaçınız Kasaba türkülerini bilir? Ya da hangimiz Kasaba türkülerini mırıldar? Oysa o türküler ki hikâyeleriyle insanın yüreğini sızlatan namelerdir.
   Sorarsanız kim bu yanık sesiyle Kasaba türkülerini söyleyen? Deriz ki İbrahim Şan.


   Dedik ki İbro’nun türküsü var mı? Hani şu her birimizin ayrı telden anlattığı meşhur ibro’nun türküsü. “Ah” dedi “ah…” ” İbrahim Amcam bizim komşumuzdu. Bizim mandıramız vardı Payton Pazarı’nda. Onun evi ise karşı köşedeydi. Mandıra da, onunla ilgili türküyü okuyunca çağırdı beni yanına. “Bir daha oku” dedi. Okudum. “Bir daha oku” dedi Yine okudum. Birden hüzünlendi. Belli ki acılıydı. Oysa ben o türkünün hikâyesini biliyordum. Muhittin isimli bir genç meşhur olma adına onu vurmuş sonra da ceza evine girmişti. Cebinden kâğıt bir para çıkardı, çaktırmadan cebime koydu.  Bana döndü; “Evlat, yinede sen bu türküyü bir daha okuma” dedi. Belli ki karşı taraf kırılsın istemiyordu. Ama ben, her mandıraya gidişimde o türküyü yine de hep okudum.




   Kasaba türkülerinin erbabı, ustası kalktı, orada bulunan bir mehter davulunu boynuna geçirip önce bir uzun hava turdu. Sonra, davulun tokmağı ile İbro’nun türküsünü dillendirdi.

Bre’de koca bağın selvisi
Deydi düşman mermisi
Yanımdaki Vallah yârin sevgisi
Hey Muhittin Muhittin
İbro gibi bir yiğide
Gençliğin feda ettin.

 Kır Mahalleye ay doğdu
Ben sandım sabah oldu
Muhittin”e sorarsan
Çifte ile vuruldu.

Bu Kasaba türkülerinin ve hikâyelerinin gözü kör olsun…
 Not: - Türkü için, İbrahim Şan’a ve İbrahim Büyükoral’a saygıyla…







29 Eylül 2015 Salı

KASABA’NIN MEYDANLARI…

   Şehirler meydanları ile ünlüdür. İnsanlar bu şehirlere gittiklerini bu 

meydanlarda çektikleri fotoğraflar ile belgelerler. Şehrin kimliğidir bu 

meydanlar. Hatta bazen şehrin de önünde ismi anılırlar. Herkes bir

şehri çok sever, onda kendini bulur. 




   Kimisinin yaprak şakırtısı, kiminin de çarşısı onu cezbeder. Şehir, 

zamanla kendisini yenilemez ise gözden düşer, kaybolur gider. 

Şehirlerin Kasabaların süsüdür meydanlar. Meydanı olmayan şehir, 

birlikte olmayı düşünmeyen topluluğu barındırır. İnsanlar sevinçlerini, 

üzüntülerini bu meydanlara toplanarak dile getirirler.


   Şimdi bir düşünün, Kasaba’nın meydanı neresidir acaba? Evinizden 

çıktığınızda Turgutlu’nun hangi meydanına gidersiniz. Ya da 

Kasaba’ya gittiğinizde hangi meydanda fotoğraf çektirerek o anınızı 

belgeleyebilirsiniz? Şimdi sizlere eski ve yenileriyle iki fotoğraf 

sunalım.  Ve ne hale getirmişiz var olan o küçük tarihi meydanımızı 

görelim.







28 Eylül 2015 Pazartesi

KAYBOLAN KASABA

   Kalmadı o eski sokaklar ve de o sokaklarda aşı boyalı evler. Kalmadı o evlerin penceresinde ki saksılar. Kalmadı bizim bahçeden komşu bahçeye uzanan çiçekli dallar, manolyalar. Hanımeli kokan sabahlar yok artık.
   Oysa bu sokaklarda başladık okula ve de bu sokaklarda tanıştık aşkla. Bu sokaklarda sek sek oynadık. Bu sokaklarda çember çevirdik. Büyüdük eskiyen sokaklarda kaldı dostluğumuz ve de anılarımız. 



   Hani nerede bizim evimiz? Nerede bahçemizde fingirdeyen ayvalar ve sarmaşıklar. O güzelim şarkılar.  Nerede bakkal Hüseyin Efendi, arabacı Şevket, kasap Nuri, terzi Cemal…

   Yok artık o sokaklarda selamlaşmalar ve de sıcak merhabalar. Ne sokaklarda ip atlayan çocuklar, ne macuncu ne de pamuk helvacılar. Yorgun, durgun ve mütebessim bir hattata dönmüş burada zaman.
   Korkuyorum, şu asırlık eski evleri de yıkacaklar diye. Korkuyorum, son kalan koca çınarları da kesecekler diye. Korkuyorum, gidecekler diye bir gün son komşularda. Birer birer ve sessizce... Ve mahzun ve dönmemek üzere…
 



   Onlar ki; Kasaba’nın, bir sokağının, bir mahallesinin, yaşanmış­lıklarının dilsiz tanıklarıdırlar.  Bir zamanların en ihtişamlı evleri ile seç­kin yaşamların sürüldüğü bu sokaklar ve de bu sokakların evleri; her dem sizi kapılarını açmaya hazırdırlar. 



      Kasaba’da yaşayanlar ya da Kasaba’dan uzakta olanlarınız, eski ayrıldığınız yere, doğduğunuz büyüdüğünüz sokaklara geri gelirseniz, tanıdık birine rastlamanın telaşı düşer içinize. Rastladığınız her yeni yüze uzun uzun bakarsınız, belki anılarda tanıdık birini bulurum diye. Ama boşuna… Ne siz tanırsınız birini, ne de onlar hatırlarlar sizi. Yalnızca, yıllara meydan okuyarak ayakta kalmış, ya da ayakta kalmaya çalışan yorgun evler karşılar sizi eski bir dost gibi… Birden gözünüz duman­lanır, yüreğinizin bam telleri sızlar.  Ve de anılarınız tazelenir.

20 Eylül 2015 Pazar

KASABA’NIN KAVUNLARI VE TAVŞANLAR


    Şimdi yaz mevsiminin son günleri. Ovanın düzünde söğüt dalları son şarkılarını söylemektedirler. Fingirdeyen ayvalar aşk ile sararmaktadır. Kırıtan incirler kırmızı dudaklarıyla öpücükler dağıtmaktadırlar. Şimdilerde leylekler göç hazırlığındadır ve de
Kasaba ovasında uzun kulaklı tavşanlar son kelekleri ve kavunları kemirmek için cirit atmaktadır ortalıkta. Turgutlu’nun o meşhur avcıları da onların peşindedir.
   Kemirilen ve yok edilen Kasaba’nın kavunları. Francola ekmek gibi uzun, pürüzsüz, hafif yeşil, boyuna çizgili, ince kabuklu, kokulu ve de çok tatlı bu kavunların peşinden her yaz mevsimi tavşanlar kadar Kasabalısı, yabancısı onun tadından tat almak için koşuşturup durmuştur. Biliyorum birileriniz çıkıp Kasaba’nın eski kavunları yok artık diyecektir.

  1960’lı yılların başında Turgutlu’da büyük arazileri olan İtalyan kökenli bir tüccar olan Baltazzi ailesi bu kavunların tadının farkına varınca onları toplatıp toplatıp vagonlarla İzmir’e taşıtmıştır. Yine ayni yıllarda başka bir yabancı tüccar bu kavunların tohumlarını kurutup bir zarfın içinde Amerika’da bulunan Kennewick şehrine göndermiştir. Başka bir teze göre ise 1878 yılında Kasaba’ya gelen bir seyyah, ikram edilen kavunun tadını beğenince onların çekirdeklerini toplatıp bir zarfa koyarak Amerika’ya gönderir. Hangisi doğrudur bilinmez. Bilinen Kasaba kavunlarının yok olduğudur.



   Kasaba kavunu ilgili bir öykü:
Paris’te büyükelçi olarak bulunan ünlü Ahmet Refik Paşa, diğer yabancı ülke elçilerinin de katıldığı resmi bir yemeğe davet edilir. Yemekten sonra tatlı olarak kavun sunulur. Kavunların yanına da bıçaklar ve çatallar konulur. Oysa onun ülkesinde kavun kaşıkla yenmektedir. Paşa, gelen çatal ve bıçağı bir kenara koyup, garsondan kaşık ister. Kaşık getirilir, fakat o sert Fransız kavunlarını kaşıkla yemek ne mümkün! Büyük elçimiz, çatal ve bıçak yerine, kavunu kaşıkla yemeye çalışmasına diğer zevatın alaycı bir gülümsemeyle baktığını görünce, kaşığı bırakıp çatal ve bıçakla birkaç parça yer. Bir süre sonra benzer bir yemeği bu sefer kendi elçiliğinde düzenler. Masada diğer ülke elçileri de vardır. Ancak bu defa masada sulu Turgutlu kavunları vardır. Yemek sonrası sulu kavunlar elçilerin önüne sürülür. Paşanın dışındaki konukların önüne çatal bıçak konmuştur. Kavunlar geldiğinde paşa kaşığını yumuşak ve sulu Kasaba kavununa daldırıp kolaylıkla yer. Büyük elçi diğer davetlilerin kavunları çatal ve bıçakla döke saça yemeye çalışmalarını izler ve kıs kıs güler. Konuklar daha fazla dayanamayıp Ahmet Refik Paşa’dan özür dileyerek kaşık isterler.  Nerede o eski Kasaba kavunları?